12 Ağustos 2023

Meteor Yağmuru

Ağustos'un havalı bir günündeyim. Yok mecazı niyazı baya püfür püfür. Elimde limonunu sevdiğim kız birası. Ya cidden insan yalnızken neden çakır keyf olmaz? Kendimi hemen cevaplıyorum. Kendi kendine konuşmuyorsun da ondan. Hatta kendi kendine kavga edemiyorsun. Ben güzel kavga
ediyormuşum meğerse. Bundan bi 4 sene önce fark ettim. Hayatımın en can alıcı yürek hoplatan kavgalarını verdim. Yahu ne güzeldi. Hele üstüne içilen o limonlular. Onların bütünlemesi tamlaması itişmesi kakışması. 

Bence kavgaya dahil olan her iki tarafta kazanır. Kendine bu kadar yaklaşabildiğin, kendini savunabildiğin tek yer tartışmaların zirvesidir çünkü. Başka zaman kendini düşünmezsin bu kadar bak. Etrafında her şeyi hoş gören seni her şeyinle seven insanların olması büyük bi şans yalanına kanmayın derim. Beni dinleyin ve bir şeyi dibine kadar savunun. Fikir kabul edilebilir olmasa bile bu dünyada tek bir doğru olmayacağı için fikrin zamanla üstüne dikilmiş bambaşka tarz yaratacaktır. Şu "aynenci dünya"da bir fikrinin olması ve onu savunabileceğin cümlelerin olması kadar imza yaratacak başka bir tavır tanımıyorum.

Ve bu şekilde sevilmek.. Bu şekilde sayılmak, birinin seni çatık kaşlarının üstünden öpmesi..

Bir kere deneyin derim.


Bugün meteor yağmuru var. Oturdum bekliyorum. Biri taş atsın da çıkarayım içimdeki o sevimli avukatı. 

Özledim içime hapsettiğim huysuz ve tatlı kadını. 

Şerefine diyorum güzelim, bu taşlar çatık kaşlarının tam üstüne değsin.



28 Temmuz 2023

Açılış: Venüs Retrosu Seni Yeneceğim

 HeLLoo !!

Kendime yıldızların altında yeni bir yer hazırlamış, üzerinde mırıldanmış ve patilerimle yumuşatmış bulunmaktayım.

Antidepresanım ah neredeydin !

Bi yol bulur çıkarız dimi bu Venüs retrosundan?

Bence yalnızlık en zayıf noktamız değildir. Hem öyle olsa bile yalnızken bunu kimse sallamaz zaten. 


Kolay olacak biliyorum. Söz veriyorum.

Işığım rutin hayatımın karanlığına yenilmeyecek.

Biraz heyecan biraz daha heyecan hepsi bu ...

22 Nisan 2020

".. çünkü sırf güneş geceyi sevmedi diye ay doğmayı bırakmaz"



Geceyi severdi, küçük balkon kuşu. Balkonunda ışıkların şımarık oyunlarını izler, geleceğe dair hikayeler yazardı. Aslında geçmişine dair yazacağı çok fazla şey olmasına rağmen hafızası asla iyi olmadığı için geleceğe, yeniliğe açardı kalemini. O zamanlar fark etmiyordu ama geçmişle tüm bağını koparmayı başaran bir süper güce sahipti. İlk başlarda farkında değildi bunun, farkında olmaya başladığında kendi yüzüne ne kadar nankör olduğunu söyleyip vurup kafayı yatardı.  Uyku tutmazdı geceleri, kendine kızardı, -Nasıl yapıyordu bunu? insan hiç geçmişini unuturmuydu? Arkasında ne vardı bu şımarıklığın? Kim yardım ediyordu?- asla anlayamamıştı. 



Nankörlük gibi gözüken bu gücün lehine işlediğini  çok sonradan 30 lu yaşlarına bastığında anlayacaktı.


Geceye kavuşma hissi, her biten gün sonrasında güven yüklüyordu - güya güçlü olan- kalbine. Onu tek rahatsız eden şey güneşin batarken gösterdiği kör edici kızılıydı. Evrenin en parlak yıldızının, güneşin, ışıkları kapatınca havası sönen geceyle bir derdi vardı belli ki. Yan apartmanın çatısına güle oynaya yaklaşıp hızlıca batarken, tüm hıncıyla sızlatıyordu içini bizim küçüğün.. Her batışta ağlamaklı oluyordu, terk edilmişliği hatırlatıyordu ona güneşin çatının arkasından kayboluşu. İlk terk edilişini.. Hiçliğini, görünmezliğini, amaçsızlığını ve bir günün daha ne kadar boş geçtiği dank ediyordu kafasına.  Bazen bu ana şahit olmamak için öğlenden geceye kadar uyurdu. İyi hissettirmeyen anlardan kaçmayı çok iyi başarırdı. Belki de hafızası bu yüzden onunla birlikte değildi. O evreyi uykuyla atlatıp çok sevdiği ay ışığına kavuşunca yine geleceğe dair düşlerini coştururdu. Mesela baktı ki çok sevdiği ama ilerde canını yakacağını bildiği bir şey girdi hayatına, alay ederdi o şey her ne ise ve onu gururla yenerdi. Yine en sonunda kendinden uzaklaştırmayı başarırdı. Kendince çok akıllıca bulduğu bu kurtuluş yöntemiyle kazandığı zaferden sonra yine k.çının üstüne oturup aptalca üzülürdü.  



Sahi ne zaman keşfetmişti bu yöntemi? Bazı şeyler o kadar fluyduki...



Kendini kurtarış hikayelerinin her birinde yeni bir özelliği ile tanışırdı. Bazen severdi bu yeni özelliğini, kimsenin canını yakmadan kaçış fikirlerini gururla savunurdu. Bazen de kendisini tanıyamaz, acımasızlığından utanırdı. Ama bu utançtan daha kötüsünün çaresizlik olduğunu düşünüp kendini affederdi.

  -Bir yerde okumuştum bir insan ne yapmış olursa olsun kendisini 8 saatin sonunda affedermiş, çünkü bir tek kendisini arkasında bırakıp gidemez insan .- 

Çaresizlik kötü, çok kötüdür. Bilen bilir. Dibi uçsuz bucaksız bir çaresizlik, tüm umutları gölgede bırakacak kadar güçlüdür. Umut için ise zehirdir derler böyle zamanlarda. Umut çaresizlik ateşinin körükleyicisidir. Çünkü neyi umut edersen aslında o şeyin olmayacağını bilirsin; ya kuyunun dibindedir, bilinmezlik, karanlık, yerçekiminin verdiği inanılmaz güven seni caydırır uzanıp erişemezsin; ya da sen diptesindir, umut, yukarıdan gelip taşların arasından sızan yalancı bir gün ışığıdır ve sadece kandırır, şanslıysan kandırıldığını anlayıp yoluna bakarsın.

Şimdi o küçük  balkon kuşu büyüdü ve boş umutlara sarılan, güneşin parlatan filtresiyle sahte fotoğraflar çeken, yerçekiminin verdiği yalancı güvene kanıp sıradan bir hayat yaşayan, belirli günler ve haftalar kitabına göre karşısındakini önemli hissettirmeye çalışan insanlardan korudu kendisini. Samimiyetsiz hislerden, seçimlerden, yaşantılardan sıyrılarak ilerledi yoluna.  Hiçbir şeyi seçmedi, önüne geldiği gibi yaşadı ama  bir şeyi beceremedi, hafızasını sağlamlaştırmayı. Hissetmedi belkide, hep savunduğu motto doğru çıktı sanırım, Her anı, bir gün hafızada silinir geriye tek bir şey kalır, nasıl hissettirdiği. Bu aralar hissettikleri ise onu 4 sene önce balkonunda unuttuğu ay ışığına götürdü. Güneş geceyi hala sevmiyordu ama ay doğmayı bırakmamıştı, hala bıraktığı yerdeydi ve yine sakindi, yol göstericiydi. . Anlattım ona her şeyi. Ne halde gittim, nasıl sevdim, neden bir başıma kaldım, ne halde döndüm bıraktığım yere. Sonra eğildim önünde ve bundan sonrası için yalnızca dinginlik diledim.



Başlık: Muhteşem parça * Şanışer - Ne için Yaşıyorum




18 Nisan 2020

Nasıl gidilir?

Toprak olup da gidersin arkanda bıraktıklarının gözyaşı olur, o gözyaşlarıyla yeniden yeşerirsin.. Umut olursun, anı olursun, yeri gelir örnek olursun, gururunla gidersin.

Bi an gelir hiç arkana bakmadan gidersin, çarptığın kapının sesini bile duymadan, hissetmeden. En güzeli budur giden için, acısızdır, bomboş bir sayfa çoktan açılmıştır ve yeni kaleminin mürekkebine kavuşmayı bekliyordur.

Bazen de son kez gözlerine bile bakamadan gidersin.. Gitmek istemeyerek, yüreğini bırakarak gidersin. Geçmişini hiç tanımadığın, geleceği sana ait olmayan birini karanlıktan aydınlığa emanet ederek gidersin. Kendinden bile sakındığın her anını başka bir kalbe bırakarak gidersin. Buruk kalır ve hep buruk kalacaktır sol tarafın. Ama korkmazsın geride bıraktığının ne halde kalacağından. Çünkü zaten hiç var olmadığın bir yerden gitmenin acısını yine kendin çekeceksindir. 

Kolay değildir hiçbir gidiş, geri dönüşü de olmamalıdır. Çünkü birinden veya bir yerden gidişin hayattaki duruşunun en önemli göstergesidir. Hele ki karşındaki dünyada nesli tükenmekte olan naif insanlardansa ve gönlü gökyüzü kadarsa sorumluluğun daha da fazladır bu eylemde.  

Yavaş yavaş hissettirmeden, ama bir o kadar unutturarak.. Her gidişin acımasızlık olmadığını, zamanında verilen doğru bir radikal kararın günü geldiğinde bir çocuğun gülümsemesinden "şükür" olarak yansıyacak oluşunu anlatarak, üstüne düşeni yaparak gitmelisin işte..



17 Nisan 2020

Emanet bir can

Çanakkale 2014
Kayıp..

Bir  insan hep mi kayıp olur gündüzleri..

Geceleri göz kapaklarının arasında kendisini bulmaya da çok yaklaşır halbuki..

Ne acı..

Ne kadar acı yaşarsan yaşa şükretmeyi öğrenememek..

Hep bir zorluk seviyesi açılıyor sanki seneler geçerken..


Kırbaç gibi vuruyor ciğerlerime aldığım nefesler. Bazen de alamadıklarımın hayali kabusum oluyor kırbaçlıyor beni rüyalarımda..



Kendimi bensiz büyüttüm senelerce. Dile kolay 30 yıl. Hep içimde emanet bir can var gibi. Yemeğini verdim suyunu verdim, aksatmadım uykusunu. Tek bir şey çaldım ondan.. Yastığa başını koyup gözlerini kapadığı o "an"ı

Şimdi ondan aldığım o minik anlar için vicdanımı tekmeliyorum. Çok kısa da olsa mantığım eşlik ediyor bana kendime bunu yaparken.. Zaten mantığımın işi bu, öz eleştiri makinası, kural manyağı, terminatör. Ruhsuz. Ve daha ne kadar kötü sıfat varsa hepsi onun peşine takılabilir umrumda değil.

İnsan kendisinin sahibidir derler. Ben hiç sahip olamadım kendime. Bir sahip olsam, ah ne büyük bi nimettir.

Şimdi düşünüyorum. Yani saçmalıyorum kendimce işte. Hangisi gerçek "ben"im ?

O minik anlarda tanımaya çalıştığım küçük kırmızı şapkalı kız çocuğu mu? Sürekli maviye koşan, ağzına geleni söyleyen, hesapsızca seven, karşılığını almazsa arkasında bırakıp yine maviye koşan.. Hep koşan ama hiç yorulmayan.. Yoksa gün akarken kargaşanın içinde kaybolan o çürük dönemin yapay medeniyetini yüklenmiş dik duruşlu ama artık çizgilerini saklayamayan o yorgun kadın mı?

Hayır, ikisi birden tek bir bedene sığamaz asla. İkisi de o kadar farklı ki birbirinden. Bir yerde birleşmiyorlar ve hiç birleşemeyecekler sanırım.

Bunun için özel bir çabam da olmayacak. Çünkü kız çocukları bu dünyanın en kıymetli inci taneleridir ve daima korunmalıdır.

Bir türlü ızdırabını sevemediğim kendimin bir gün maviliklere ulaşması dileğiyle..

5 Eylül 2016

Bulantı



Çok ucuza gidiyor bakışlarım, ufacık bir ışığa takılı kalıyor aklım ve uçuşuyor kelimeler..

İçimde karanlığın adımları, damarlarımı sarıyor sessiz çığlıkları..

Hiç de kolay kurtulamadığım, canımı yakan çığlıklar boğazımda düğümleniyor..


"Sebep?" diyor uzaktan bir ses. Sesin sahibini sorarsanız çok iyi niyetli, o kadar iyi niyetli ki özendiriyor kendisine.  Kalabalık içinde uyuklayan bir kedi gibi ve kalabalık içerisinden; anlarmış gibi yaptığı ama asla anlayamayacağı bir soluğun sesini duymak için soruyor. Sebep ne kahrolası!?

***

Küçüktüm, ortaokul çağı falandı. Her zaman gittiğim, rotasını beynime kodladığım kocaman bir mekandaydım. Atlıkarıncası da vardı. Nasıl sahil kasabasında denize çıkan yolu takip edersin kaybolmamak için, heh işte öyleydi o atlıkarınca katı da, kaybolmasın diye çocuklar orada öylece duruyordu. Çok güveniyordum kendime kaybolmam diye çünkü ne olursa olsun atlıkarıncanın oradaki kapıdan çıkacaktım..
Biraz oyalan demişlerdi bana ablalarım, biz seni buluruz birazdan..

Sonrası büyük bir bulantı..

Şimdi bile hayal meyal hatırlarım.. Büyük bir kafa bulantısı yaşadım merdivenlerden aşağı inerken. Bulantının etkisiyle tekrar çıktım o merdivenleri. Sanki mekanda değilde kafamın içinde yürüyordum bir aşağı bir yukarı. Buğulanmıştı insanlar gözümde. Ama kalabalıklardı. Grup şeklinde olduklarını anlayabilecek kadar görüyordum. Bulantının sebebini hiç anlayamamıştım ta ki Gregor Samsa'yla tanışana kadar.


***

Hep kayboluyorum aklımın içinde, çoğu zaman saklıyorum bunu, ama gücüm tükeniyor biliyorum.
Gölgeyim kendi çemberimin içinde. Küçük ama rengarenk bir çember düşünün, hiç ait olamadığım birsürü sevimli insan var içeride. Ne zaman ortaya çıksam somut şekilde, ufacık zamanlarını alıp gölge oluyorum birden bire.

Kimse üstüne alınmaz kayboluşumu. Çünkü öyle bir çemberdir ki bu herkes sadece kendinden sorumludur ve vefa gönüldendir güven ise sorgulanmayacak kadar sağlamdır. İşte içerideki bu insanlar o kadar güzeldirler ki hepsinin tadı damağımda kalır, coşkum boğazımdaki düğüme baskı yapana kadar çekerim içime kokularını. Keşke hiç gitmesem kalsam, kalabilsem yanlarında. Keşke bulanmasam karanlığıma..

***

Sebep bana çok yakın ama onu yakalamamak için ellerimi sıkı sıkı bağlıyorum birbirine, inatla ve kuvvetle.

Çünkü;

Anlamak, anlatmaktan mümkansız..


Bilsin istedim.



Işığınızı hiç kaybetmediğiniz güzel günleriniz olsun.

Dilerim.

12 Mart 2016

Kasım'dan Sonra...



Karanlıktı şehir, yağmursuz, sığ ve karanlık. Masumiyet, vapura yetişirmiş gibi yapıp gerisinde kalan ukala martılara dönmüştü yüzünü. Çok daha temiz bir şeyi kıyıda bırakmış, sert bir dalganın yalanına kanmıştı. İşte yine o özgür martılar kazanmaya başlamıştı. Kahkahaları çok uzaklardan gelip kıyıda kalanların rüyalarına vuruyordu şimdi. İyi mi oluyordu böyle, geride kalanın rüyalarını da çalmak? Son radde olmalıydı bu diye düşündü güvercin ya da kelimeleri zift ile karalamak son çaresiydi bu hırslı martıların.

Şimdi öyle bir noktada ki benim kıyıda kalan güvercinim, sahteliğin içinde anlamını yitirirken, benliğinin hangi sınıra doğru yola çıktığından habersiz. Sınırlarını keşfederken, gücünün neye yetebileceğini bile bilmiyor. Kendisi hakkında bildiği tek şey, büyük ve dayanıklı kanatlarla dünyaya getirilmemiş olmasıydı. Ama buna rağmen idare etmeyi, iradesini savunmasını çok iyi beceriyordu. Belki de bu sebepten, sırf bu görünen gücü yüzünden bazılarının sinirine dokunuyordu. Oysa sadece kendine yetmeyi hedeflemişti, kendi yoluna ışık olacaktı. Hayatı boyunca bir şeyi hesaplayamamıştı, aynalara olan korkusu, sosyal benliğinin başka gözlerden yaradılışına sebep olmuştu. Hal böyle olunca, kendi benliğini pis hesaplara kurban etmiş ve acınası bir şekilde bunun hala farkında bile değildi.

Yumurtasını kırıp gözlerini açtığında güneşin hafiften sızan ışığı karışmıştı yeşiline, bir de en afillisinden göz kırpmıştı Mayıs'ın en güzel gününe. Oysa şimdi, hala bir türlü yakamızı bırakmayan kış, hepten çalmıştı güzelim yeşilini, üstüne de dünyanın en sıkıcı, kasvet kokan kahverengisini bırakmıştı yerine. Susuz kalmıştı şehir geçtiğimiz Kasım sonrasında, sıkıcı ve baskı altındaydı. Sürekli uykuya dönük yüzler, gözlerden akmayan yaşlarla kaybolmuş kelimeler, susturucu görevini üstlenmiş şehrin gürültüsüyle birlik olup duyguları yatağın altına terk ettiren sanallık.. Yoksa 27 sendromu bu muydu? Aslında bakılırsa bir güvercin için 27 çok sonrasıydı hatta büyük ihtimal ulaşamayacağı kadar uzağındaydı..

Ne zaman benim güvercini düşünsem umutla dolu cümlelere kaçırma vaktidir derim şu nazlı kelimeleri. Bu kuş parçası inanmıyor da olsa umut hala vardır kim bilir? Birgün kelimeler geri gelir, yağmur yağmasa da gelir belki yine duygular, mucizevidir ne de olsa dimi hayat? Sıradan geçen bir günün ardından yine huzuru tek bulabildiği yere, evine geri dönme vaktidir şimdi güvercinin. Martıların sahte kahkahasından, çalınan rüyalarından kendine pay çıkararak, usulca yönünü belirler ve güzel bir kalkış yapar, şansı yine yolunda ilerlerken bulacaktır onu. Rüzgar desteğini yine esirgemeyecektir.

Tek inandığı şeyi tekrar eder ilerlerken; dünyanın en iyi kanatlarına sahip olmasa da onu evine kadar götürebilecek kanatları olduğu sürece umudunu asla yitirmeyecektir.

30 Kasım 2015

Sokrates'in Savunması'na Bir Bakış


Sokrates’in Savunması’nı okurken onun yola çıktığı noktada buldum kendimi; çağın düzensizliği ve bozukluğu içinde insanların konuşmalarında eksik etmedikleri ahlak, erdem, ölçülülük, cesaret gibi kavramları ne kadar anlıyor ve ne kadar biliyorlar diye düşünmeye başladım. Emin değildim. Emin olmamı sağlayacak, bir bilgelik, erdemin ve adaletin olduğu bir ortamda insanı sarıp sarmalayacağını düşündüğüm bir iyilik hali hissetmiyorum. Kavramlar kullanmaya devam ediliyorsa, bu çağa kadar aynı soru nasıl gelmiş olabilir?

Kavramla kalıcılar, duruyorlar ve kullanılıyorlar fakat Sokrates’in sorup da cevap alamadığı gibi bugün de bilerek kullandıklarından hiç emin olmadığımı gördüm. Başka kitaplara başvurdum. Afşar Timuçin’in felsefe sözlüğü olmak üzere çeşitli kaynaklardan yararlanarak Sokrates’in Savunması hakkında detayları araştırdım.

Sokrates, Meletos, Anytos ve Lykon tarafından gençlere, toplumsal düzen tarafından kabul edilmiş doğruluktan ayrılmasına teşvik edici dersler vermesi, onlara dinsizlik aşılaması gibi suçlamalar sonucunda kanun karşısına yargılanmak üzere çıkarılmıştır. Sokrates, bu yargılanma sürecinde, suçlamalara karşı kendisini, yaşanmışlıklarından örnekler verdiği sağlam bir savunma konuşması ile açıklamaya çalışmıştır. Hayatı boyunca arkasında yazılı bir metin bırakmayan Sokrates hakikati arama yolunda kurduğu diyaloglar ile tanınmış ve kendisine uygun görmediği “bilge” adıyla geçmişten günümüze dek adıyla anılmıştır. Sokrates’in öğrencisi olan Eflatun (Platon) ise Sokrates’in bu savunmasını yazıya dökerek, onun yarattığı bu felsefeyi günümüze kadar getirmeyi sağlamıştır. İnce bir kitap halinde bulunan Sokrates’in savunması felsefenin temel taşlarından birini oluşturmaktadır.

Sokrates’in savunması üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde kendisine yeni ve eski olmak üzere yöneltilen suçlar üzerinde analiz yapmakta ve kendisine karşı kinle dolu insanların suçlamalarını çelişkide bırakacak güçlü konuşmalar gerçekleştirmektedir. İkinci bölümde ise kendisine verilen cezanın onaylanması üzerine kendisine karşı olanlara ve kendi tarafında olanlara alınan karar ve ölüm hakkında bazı açıklamalar yapmıştır. Ölüm hakkında yaptığı açıklamalarda hakikatin savunucusu olduğu yönünde bir tavır sergilemiştir. Son sözlerini söylediği üçüncü bölümde ise düşüncelerini bizzat yargıçlara yöneltmiş, bir yandan kanunların üstünlüğünü kabul eder ifadelerde bulunurken bir yandan yargıçların kendisinin ölümü hakkındaki kararını tepetaklak edecek açıklamalarda bulunmuştur. 


Bölüm I

Sokrates Atinalılara hitap ettiği bu bölüme, kendisine yöneltilen suçlamalara genel bir yorum yaparak başlar. Kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında yapacağı savunmayı “gölgelerle çarpışmak” olarak adlandırmaktadır. Çünkü Sokrates bu suçlamaları duyduğunda kendini bile unutacak kadar kendisi ile alakalı olmadığını düşünmektedir. Ama ne var ki asılsız suçlamalar, suçlamaları yapan kişilerin şöhretinin yardımıyla ve devletin çıkarlarına ters düşmesinden aldığı destekle Atina halkı ve senatosu tarafından körü körüne kabul edilmişlerdir. Gölgeler ile çarpışacağını bile bile suçlamaların üzerine dik bir duruş ile gider ve bu iftiraları ortaya çıkaranları şaşırtacak güçte sorgulamaya başlar.

Sokrates ilk olarak suçlamaların eskiden gelen kesimi ile ilgilenir. Anytos ve arkadaşları bu iftiraları atan o “eski” kesimin içerisinde yer almaktadırlar. Sokrates Anytos ve arkadaşlarını diğer suçlayanlardan ve kendisine öfke dolu olan insanlardan daha tehlikeli bulmaktadır. Bunun böyle olmasının nedeni Anytos ve aradaşlarının, Atina’ya belki daha da fazla kişiye Sokrates’in bir bilge olduğuna inandırmalarıdır. Sokrates’in sorgulayarak hakikatin ve bilgeliğin peşine düşmesi, kendisini bilge sanan insanların gerçek yüzünü ortaya çıkarması Anytos gibiler tarafından bilginin Sokrates’in içinde olduğuna yönelik söylentileri oluşturmuştur.

Sokrates “Bildiğim bir şey varsa; o da hiç bir şey bilmediğimdir.” sözü ile bilinen bir felsefecidir. Savunmasında bilgiyi bulana dek devlet adamları, şairler ve ustalara kadar şöhretli kişilerle kurduğu diyaloglardan bahsetmiştir. Özellikle şairlerin o muhteşem mısralarının anlamları hakkında yaptıkları diyaloglarda, şairin cümlelerinin sadece bir görüntüden ibaret olduğunu anlayarak hayal kırıklığına uğramış ve şairlerde bilginin bulunmadığına yönelik düşünceleri oluşmaya başlamıştır. Şairlerin bilgilerinin içgüdü ile Tanrıdan ilham alarak o satırları yazdığını gören Sokrates, kendisinin onlardan daha bilgin olduğunu düşünmüştür. Çünkü Sokrates en azından bir şey bilmediğinin bilgisine sahipti fakat şairler bunun bilgisinde olmamakla kalmıyor, bilginin kendilerinde var olduğuna inanıyorlardı. Sokrates son olarak ustalara gidip onlar ile konuştuğunda, onların bilgiye sahip olduklarını görmüştür. Ama ne yazıkki yaptıkları işin bilgisine sahip ustaların, kendi alanları dışında tüm bilgiye sahip olabileceğine dair görüşlerinin varlığı, Sokrates’e göre onların bilgeliğini gölgede bırakmaktadır.

Sokrates sorgulama gücü yüksek bir felsefecidir. Onun başlı başına bir akım yaratmasındaki en önemli neden soru sorma konusundaki yeteneğidir. Birkaç kaynaktan araştırmalarım sonucunda Sokrates’in soruları yönelttikten sonra cevabı vermediği, cevabı bulmaya yönelik ipuçları verdiği ve yeni sorular sorduğuna yönelik bilgilere rastladım. Ayrıca Sokrates bu yeteneğini Tanrı’nın ona buyurduğu bir görev neticesinde kullandığını savunmaktadır. Savunmasında bahsettiği “Tanrı’ya hizmet edeyim derken yoksul kaldım.” cümlesi de bu düşünceyi destekler niteliktedir.

Sokrates’in, verdiği bilgi karşılığında belli miktar para alan insanlara karşı büyük bir tepkisi vardır. Özellikle bu kişilerin ve bu kişilere para veren halkın üzerine gider ve bilginin gerçekten var olup olmadığını sınar. Eğer ortada paraya değer bilginin varlığını düşünürse bu bilginin muhteşem büyüklükte bir bilgi olması gerektiğini savunur. Fakat bu yüksek bilginin bilinmesine yönelik pek inancı yoktur. Sokrates’in bu yönde varolan düşüncelerine baktığımızda şunu elde etmekteyiz; bilgi, karşılığında para alınmaksızın, bir görev olarak ve Tanrı’ya hizmet amaçlı paylaşılmalıdır.

Suçlamaların geldiği ikinci kesime yönelik açıklamalarının bulunduğu bölüme geçiyor Sokrates. Burada adına sıkça rastladığımız Meletos, Sokrates’i dinsizlikle ve gençleri doğru yoldan ayırıcı bilgiler vermekle suçlamaktadır. Sokrates, Meletos ile kurduğu diyalogda sıkça gençlere kimin terbiye verdiği üzerine sorular sormaktadır. Meletos, Sokrates’in sorduğu sorulara verdiği yanıtlar ile esas iftiraları arasında çelişkiye düşmektedir.

“Meletos, iyilerin yanlarındakilere iyilik, kötülerin ise kötülük ettiği, şu genç yaşında bildiğin bir gerçek ise, ben bu yaşımda birlikte yaşamak zorunda olduğum kimseyi doğru yoldan ayırırsam, ondan bana zarar geleceğini bilmeyecek kadar karalık ve bilgisizlik içinde miyim? Buna ne beni inandırabilirsin ne de başkalarını.”

Sokrates’in bu sorusu Meletos’un gençleri kötü yola teşvik ettiğini kapsayan suçlamalarına akılcı bir soru sorarak onu büyük bir çelişkiye sürüklemiştir. Sorunun altında yatan anlam ise Sokrates’in toplum yararını ve toplum bütünlüğünü sağlamaya yönelik olumlu düşüncelerini temsil etmektedir.

Meletos’un diğer bir iftirasına yani Sokrates’in “dinsiz” ve “Tanrılara inanmayan” bir insan oluşuna gelince sıra, Sokrates bir önceki iftiraya karşılık kullandığı yöntemle Meletos’un düşüncelerini çelişkiye sokarak karanlık bir kuyuya gömüyor. Buna rağmen Meletos ve Anytos gibi insanların suçlamalarını geri çekmediği ve iftiralarına körü körüne bağlandıklarını görmekteyiz. Sokrates sonucun bu şekilde olacağını tahmin ettiğini “gölgelerle çarpışmayı” kabul edişinden itibaren anlayabiliyoruz. Sokrates bu yüzden kendisini yok edecek olan şeyin bu insanlar değil, iftira ve çekememezlik oluşuna inanmaktadır.

Bölümün sonlarına gelirken Sokrates’in “at sineği” ile kendisi arasında bir benzeşim kurması savunma içerisinde vurgusu en yüksek bölümlerden biridir. Bu benzeşimi şu cümleler ile ifade eder Sokrates:

“Ben Tanrı tarafından devletin başına musallat edilen bir at sineğiyim. Ben her gün heryerde sizi dürten birisiyim. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız. Kendinizi benden yoksun bırakmamanızı tavsiye ederim. Tanrı size acıyıp başka bir at sineği yollayıncaya kadar hayatınızın geri kalanında uykuya dalacaksınız.”

Kendisi ile at sineği arasında benzeşim kuran Sokrates, Atina’yı da cins ve uyuşuk bir ata benzetmektedir. Eğer Sokrates bu şekilde yok olmaya mahkum bırakıldı ise bunun nedeni Meletos ve Anytos gibi çıkarları uğruna hakikatten şaşan insanlar değil, uyuşuk at ile benzeştirilen halkın olaylara karşı aklı ve gözlerinin kör bakması olmuştur. Sokrates’in bu konuşmasında kendisi gibi, kendisinden sonra da at sineklerinin var olacağına dair cümleleri umudunun evrenselliğine işaret etmektedir. Sokrates’in düşüncesine göre halkı, doğruları görmek için uyandırmaya yönelik dürtme isteği var olduğu sürece, kendisi siyaset adamı olamayacaktır. Çünkü hak yolunda çalışan kişinin devlet adamı olması mümkün değildir. Sokrates’in yok edilmesine yönelik düşüncenin temeli de buradan gelir. O, özellikle gençlerin hakikate nasıl ulaşması gerektiğini, kandırmaya yönelik tavırların hangileri olduğunu özel bir ders vermeden göstermiştir. Bu durum ise yönetimin ve devletin çıkarlarına uygun düşmemektedir.


Bölüm II

Sokrates infazına yönelik çıkan karar için, bunu tahmin ettiğini söyler. Cezaya karşı gelmez ve affedilmek için asla boyun eğmez. Suçluların affedilmek uğruna ağlayıp yakarmalarını uygun görmez. Cezasını kendi seçmesi yönündeki karara da yaklaşımı farklıdır. Ne seçerse seçsin bunun bir ceza olduğunu yani mutlak bir“kötü” durumu seçeceğini düşünür. Fakat ölümün mutlak kötü bir şey olup olmadığı konusunda henüz bir gerçek kanıt yoktur. Hatta ölüm için iki yorum getirilmektedir. Bunlardan birinin kişiyi hiçliğe yönelttiği yorumu diğeri ise bu dünyadan başka bir dünyaya göç etme yorumudur. Sokrates’in ölüm hakkındaki yorumlarından, bundan korkmadığını, hatta göç edilen diğer dünyalar doğruları ve yanlışları savunanlara farklı şekilde sunuluyorsa bundan memnuniyet bile duyabileceğini anlamaktayız.
Sokrates susması doğrultusunda cezasının hafifletilmesi teklifine ise sıcak bakmamıştır. Susmayı ve bilgiyi aramaktan vazgeçisi Tanrıya karşı itaatsizlik olarak görmektedir. İşte tam bu esnada erdem üzerine önemli noktalara vurgu yapmıştır.

Sokrates’e göre bütün insanlar kendileriyle ilgili işlerinden önce tıpkı kendisinin de yaptığı erdemi ve bilgeliği aramalıdır. Bütün meselelerin, kendimizin ve başkalarının erdemi üzerine birçok tartışma yapılması gerektiğini, imtihansız bir hayatın yaşamaya değer bir hayat olmayacağını savunmaktadır. Sokrates erdem kelimesinden savunması boyunca sıkça bahsediyor. Sokrates erdemli bir birey oluşunu, ölüm kararına boyun eğmeyerek dik duruşuyla açıklamaktadır. Sokrates’e göre hakikat yolundan ayrılarak yaşanılan bir yaşam ölümden daha erdemsiz bir davranış olacaktır. Bu yüzden kendisini ölümün yüceliği fikrine inandırmaktadır.

Sokrates’in önem verdiği ve erdemli bir davranış olarak saydığı bir diğer konu da devletin yararına davranışlar sergilemektir. Bu konu üzerine şöyle der: “Devletin sırtından faydalanmamalı, devlete bakmalı.” Onun düşündüğü devlet algısı ile önünde yargılandığı devletin aynı olmadığını dik duruşuyla ayırt edebiliriz. Yukarıda da belirttiğim gibi Sokrates için toplum bütünlüğü ve devlet yararı çok önemlidir. Bunu verdiği örneklerden anlayabiliriz. Fakat tahammül edemediği durum, yani erdemsizlik saydığı durum, devletin sırtından geçinmek, ahlaksızlık ve çıkarcılık olmuştur.


Bölüm III

Sokrates son olarak davayı sürdüren yargıçlara yönelir ve bazı düşüncelerini aktarır. Kendini suçlayanların ve onlara inanların kötülüğün pençesinde olduklarına dair inancından bahseder. Kendisinin ölüm cezasını bu kişilerin hakikat tarafından çarptırıldığı kötülüğün ve hakszlığın cezasına çarptırılmasını daha erdemli görmektedir. Yargıçlara, çarptırıldığı ölüm cezası hakkında herhangi bir itiraz göstermemiştir, aksine beklenilenin dışında bir konuşma gerçekleştirmiştir. Yukarıda da değindiğim gibi Sokrates için devletin yararı çok önemlidir. Bu sebeple kanunlar ve Tanrı’lar neyi emrediyorsa onun gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Kanuna ve devlete özel bir saygısı vardır. Yasalar kendi açısından yanlış bile olsa duyduğu bu saygı dolayısıyla onların uygulanmasının gerekliliğine inanmaktadır. Sokrates’e göre herkesin hükmünü yasaya göre uygun şekilde vermek yargıcın en önemli görevidir. Yargıç, kendi bakış açısından mahkumun doğruluğunu bağışlamak istese bile bunu yapmamalıdır. Suçlu olan kişi ölüm cezasına çarptırıldığında bundan kurtulmak için türlü denemeler yapabilir. Bu durum Sokrates’in anlayamayacağı türden bir tavırdır, çünkü Sokrates ölümün orada atlatılmasının, tamamen ölümden kurtulmak gibi algılanmasını saçma bulur. Yani, kısaca Sokrates kanunların herkese eşit şekilde uygulanmasından yana bir tavır sergiler ve davasını Atinalılara ve Tanrı’ya bırakır. Baldıran zehrini içerek kendi değimiyle erdemli bir hayat yaşadığını kabul etmiş ve hayata veda etmiştir.


Aslıhan Göktuğ

Gerçek Katilin İzinde; "Market"


Son zamanlarda izlediğim en sıra dışı oyun Market. Oda tiyatrosu siftahını da yaptığım ilk oyun olarak, bu forma karşı olan negatif bakış açımı da tepetaklak etti aynı zamanda.  Benim gibi düşünenler oyunu izledikten sonra hak verecektir ki, Market gibi hassas noktalara değinen oyunların, oda tiyatrosu formunda aktarılması seyircideki uyanışı gerçekleştirmesi açısından çok daha doğru bir tercih aslında. Bir çemberin içinde, yaklaşık 70 dakika boyunca, yerinizden kıpırdamaya izin vermeyen, gerilim dolu sahneleriyle Market size hiç görmek istemediğiniz sonları göstererek içinde olduğumuz dönemin Pollyanna bakış açısına kocaman bir bıçak saplıyor. Pollyanna düzeninin içinde uyuşturulmaya yüz tutmuş seyircinin, oyun sırasında ve sonrasında gözlemlediğim kadarıyla yüzünde oluşan rahatsızlık belirtileri ise oyunun seyirciyi gerçekliğe yaklaştırdığı, hatta bizzat içine alabildiği başarısının bir sağlaması niteliği taşıyor.

Cesur kalem, cesur oyunculuk, seyirciyi can evinden vuran gerçeklik

Gökhan Erarslan’ı Paşa Paşa Tiyatro yahut Ahmet Vefik Paşa ile tanıdım ben. DT’de, özellikle de içinde bulunduğumuz, sanatı alt etmek için tüm silahların kullanıldığı şu kara dönemde böyle bir oyunu çıkarması tiyatro severlerin kaybetmeye yüz tutmuş umudunu tazelemişti. Cesur kalemine hayranlığım o oyunundan süregelir. Bu sebeple Market’i izlemeye büyük merak ve beklentiyle gittim. Çok geç kalmışım izlemek için. Beklentimi karşılamasını geçiyorum, çıtayı baya yukarı çekti Gökhan Erarslan. Tabi bunda oyuncuların karakterleri ortaya koyarken ki cesaretinin ve karakterlerle arasında boşluk bırakmadan bütünleşmesinin de büyük etkisi var. Paşa Paşa Tiyatro’da da ilgimi çeken bir durum olmuştu bu, karakterlere bu kadar yakışan oyuncular nasıl seçiliyor gerçekten merak ediyorum. Önceki oyunlarda farklı oyuncularında aynı karakterleri oynadıklarını bilmesem oyun metni oluşurken akla getirilen oyuncularla sahnelenmiştir derim oyun için. Ben bugüne kadar gittiğim oyunlarda oyuncu ve karakter bileşiminin boşluksuz olmasına hep dikkat etmişimdir. Çünkü oyunlarda inandırıcılığın hassaslığı oyuncunun hayat verdiği karakter ile arasında açık verdiği saniyelik boşluklara bağlıdır. İlk defa oyunculara bu kadar yakın olup belki de ilk defa oyuncunun bir saniyeliğine bile karakterinden çıktığı izlenimini edinmedim. Bu sebeple kendilerini tebrik ederim.

Piç, Sansar, Gazi... Bu isimler bizim eserimiz

Market’de sezdiğim yalın anlatımın en önemli örneğini karakterlere verilen isimler olarak gösterebilirim. Kendi yarattığımız kuralların kölesi olduğumuz toplumda, sıradanlığın ve çizginin dışında kalan insanları ötekileştirmek çok iyi öğretilmiş bizlere. Belki de en iyi yaptığımız şey budur, ötekileştirme sanatı. Hani yolda gördüğümüzde kaldırım değiştirdiğimiz, çocuklarımızı aynı sınıfta okutmak istemediğimiz, faydacı bakış açımız yüzünden birçok özelliğini süzgeçten geçirerek elediğimiz tipler vardır ya işte onların yaratıcısı bizleriz, hepimiz. Piç, Sansar, Gazi bu isimler de bu yüzden bizim eserimizdir. Öyleyse gerçek Katil kimdir? sorusunun cevabını düşünmek rahatsız eder. İşte seyircilerin suratlarında okuduğum rahatsızlığın en önemli nedeni de budur.

Nasıl oldu da kanımız ısındı "o"nlara?

Oyunun başında ilk olarak öfkeleriyle tanıştığımız Piç, Sansar ve Gazi’yi oyunun sonlarına doğru seyirci anlamaya ve sevmeye başladı. Peki neden? Bunda geriye dönük yaşanmışlıkların sahneye taşınmasındaki etki büyük tabii. Beni de çok etkileyen, seyircide de her sahneden farklı olarak tepkiler gözlemlediğim sahneler Piç karakterinin geçmişine ait olanlardı. Annesi fahişe olan Piç karakteri, üvey babası tarafından da tecavüze uğramış bir karakter. Yaşadığı bu büyük travmalar sonucunda adam öldürme noktasına kadar gelen Piç’in en çarpıcı sahnesi annesi ile hesaplaştığı sahne oldu. Kamer Karabektaş’ın enerjisi oyun boyunca yüksek izlenimini devam ettirdi. Annesi ile hesaplaştığı sahnedeki duruşu, karakterin travmalarını yaşadığı çocukluk yıllarının duygusunu seyirciye geçirişi takdir edilesiydi. Seyirci en çok Piç'i anladı çünkü toplumun yapısının kaldıramayacağı düzeyde travmalar geçiren bir karakterdi.

Ünal Hakverdi'nin soğuk duruşuyla yansıttığı Sansar karakterini izlerken ise buz kesiliyor ve oyunun broşüründe yazan “Katillik doğuştan mı gelir?” sorusunun cevabını ararken buluyoruz kendimizi. Karakterin geçmişe dönük yaşanmışlıklarının anlatıldığı sahnelerde, kardeşinin bir adam tarafından cinsel anlamda kullanılması ve namus uğruna cinayet işlemesi konu ediliyor. Fakat Sansar karakteri, kendisini, oyunun başında çocukluğundan beri karşılığı ceza olan işlerin peşinde olan bir karakter olarak tanıtıyor bize. Karakterin öldürmekten zevk alır hale gelişini, kız kardeşi ile ilgili yaşadığı travmatik süreç açıklayamacak kadar hafif kalıyor. Hal böyle olunca Sansar ile katilliğin doğuştanlığına inandırmaya çalışırken kenimizi "Peki doğuştan bir katillik içgüdüsü nasıl gelir?" diye sorgulamaya başlıyor insan kendisini. Seyirci eğer iyi bir gözlemciyse bunun cevabını yine oyunun başındaki Sansar'ın kendini anlatırken söylediği "Üç çocuğum var üçüncü de erkeği tutturduk" cümlesinde yakalayabiliyor. Sansar'ın maskülen cümleleri ve tavırları onun içine doğduğu ataerkil kültürün maşası haline geldiğini ve zamanla sivrildiğini hatta hazlarını şiddet duygusuyla biçimlendiren bir öfke makinası haline geldiğini görebilmek hiç de zor olmuyor. Kimse adam öldürmekten zevk alan saplantılı bir ruh haliyle dünyaya gelmemekte aksine saplantılar doğumdan bu yana çevrenin etkisiyle oluşmaktadır. (Ve bence Sansar'ın hikayesi başlı başına bir tiyatro oyunu olarak aktarılabilir.)

Gazi karakterine ise Burç Kümbetlioğlu hayat veriyor.  Karakterin hikayesine çok aşinayız. Hatta o kadar aşinayız ki acınacak kadar bağışıklık kazanmışız kanayan yaramıza karşı. Askerlik görevi sırasında mayına basarak bacağını kaybeden Gazi’ye önce nişanlısı dönüyor arkasını sonra da iş bulmak için gittiği kapılar suratına kapanıyor. En kötüsü ise savaşlardan kazandığı madalyaların peşine insanların Gazi'ye acıma duygusuyla yaklaşması oluyor. Diğer iki karakteri izlerden seyircinin içinde uyanan öfkeyle Gazi karakterini izlerken uyanan öfke kesinlikle aynı noktadan çıkmıyor. Gazi çok özel bir karakter ve tamamen farklı sebeplerle itilen diğer iki karakterle buluşturulması cesaret isteyen bir kurgu olmuş. Gazi karakterini izlerken, onun yaşadığı travma sonrası öfke geçişlerinin arasında ufak boşluklar bırakılmış olduğunu gördüm. Bacağını kaybettikten sonra hastanede geçirdiği ve devlet dairesine gidip iş aradığı sahnelerde öfke iradesini oldukça stabil sağladığını gördüğümüz karakter birden bir benzin istasyonunun marketinde adam öldürür vaziyette karşımıza çıkıyor. Belki bu gösterilenlerden bir basamak daha yukarda bir öfke aşaması görmüş olsaydık arada hissedilen bu boşluk kapanırdı ve değişimin aşamaları şaşırtmazdı diye düşünüyorum.


Cinnetin erkil yansıması

Şimdi ben oyunda arayıp bir türlü rastlayamadığım bir şeyden bahsetmek istiyorum. "Kadın". Türk toplumunda yaşanan travmaları konu ettiğimizde ilk aklımıza gelen daima "kadın" olurken, baş karakterlerin arasında kadın bir karakteri de görmek istedim. Karakterlerin yaşadıkları travmaların kökenine inildiğinde rastladığımız güçsüz ve iradesiz kadın figürleri gibi değil de öfkeli ve toplumun baskılarıyla mücadele halinde olan bir kadın karakterini izlemek istedim. Örneğin Piç karakterinin annesi ile hesaplaştığı sahnede, kadının annelik içgüdüsünün ve ayakta kalış hikayesinin beklenilenin altında yansıtıldığını gözlemledim ve bunun nedenini fazlasıyla merak ettim. Eğer ötekileştirilmenin travmatik süreçlerine iniliyorsa Fahişe karakterininde yaşadıklarının daha derinine inildiğini görmek doyurucu olurdu. Evet kadınların katil olma olasılığı erkeklerinkinden oldukça düşük olsa da öfkesini dışarı vuramayan kadının, kendisini bitirdiği, yani kendisini gün be gün öldürdüğü bir toplumda varoluş hikayesine de şahit olmak istedim. (Tabi bu isteğimde benim feminist bakış açımın da etkisi büyüktür.)



Işık ve Dekor

Karanlığın gizemi daha oyun başlamadan kendini hissettiriyor. Yerine oturup dekoru keşfetmeye başladığında bir marketin deposunda olduğunu düşünüyorsun. Sade ve karanlık bir dekor yalın anlatımla doğru orantılı kullanılmış. Işık ise tam kıvamında. Gerilimin amacına hizmet ediyor. Yani dişlerini sıkıp, ağırlığını koltuğa verdiğin zamanlarda ışığın baskısı da gerilimin dozunu artırmada destek veriyor. Ayrıca karakterlerin kendilerini anlatırken yukarıdan yüzlerine vuran ışık ise iç hesaplaşmalarının sorgu masası tadında aktarılmasını sağlıyor ve seyirciyi bir anda sorgulayan tarafa çekiyor. Bir çok seyircinin yüzünde çok sağlam sorgulayan bakışlar yakaladım o anlarda.

Market her cuma Sadri Alışık Çolpan İlhan Tiyatrosunda sahneleniyor. Ben isterim ki turne yapsın. Tabi keşke böyle gerilimi ve realitesi yüksek bir oyunu kaldırabilecek şehirlere sahip olsak. Cihangir'de bile bu gerçeklikle yüzleşmekte zorlanan seyirci kitlesine rastladım, bu yüzden daha çok yol katetmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Tiyatronun farklı bir dilini keşfetmek için Market'i izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Yine çok konuştum, çok irdeledim, otur bir oyun da sen yaz kolaysa denilecek kıvama getirdim okuyanları belki. Hiç haddim değil, yanlış anlayıp yorumladığım olmuştur elbet, sonuçta tiyatro keşiftir, aynı oyunu her izleyişte farklı bir izlenim kazanırsın, ben buna inanırım. Market'i izlerken arkamda 19-20 yaşlarında bir gence rastladım beşinci kez izlediğini söylüyordu oyunu. Ne mutlu dedirten davranışlar bunlar.. Yazdıklarım yanlış anlaşılmasın, sadece seyirci gözlemidir.


Tiyatroyla kalın..

Yazan, yöneten: Gökhan Erarslan
Yönetmen yardımcısı: Ertan Kılıç
Dramaturg: Meryem Şahin
Reji Asistanı: Egemen Bergama
Dekor & Tasarım: Gökhan Erarslan
Kostüm Tasarım: Funda Sarı
Işık Tasarım: Cengiz Özdemir
Müzik: Emrah Can Yaylı
Hareket: Utku Demirkaya                                       
Fotoğraf: İlker Ergin
Teaser: Tarkan Öztürk
Seslendirme: Yiğit Pakmen       
Asistan: Arif Afgan
Oyuncular: Burç Kümbetlioğlu, Teoman Mermutlu, Muzaffer Ercan, Cem Hamzaoğulları, Tolga Çolak, Dorukhan Kenger, Kemal Ağar, Gürcan Yavuz, Şirin Gürbüz, Ezgi Erarslan, Kamer Karabektaş, Dilara Yıldırım, Yeliz Bozkurt Üstündağ, Emre Avşar,  Ünal Hakverdi, İffet Kendirli, Gül Gülsün Yıldız

21 Kasım 2015

Kırlangıcın Küskünlüğü


Bak yine geçiyor bir gemi, kocaman heybetli bir gölge sanki. Benim için belki bir kaçış, belki bir düş ama sadece bana ait, kimselere anlatamadığım, bütünüyle kalbimin karabasanı olmuş biçimsiz bir gemi... Her şeyiyle tanıdım onu. Ağır gidişlerini, bazen kalışlarını, bazen yönünü kaybedişlerini en çok da yerinde sayışlarını.. Aynadaki yansımam gibi.. Kafamdan gitmeyen sorular gibi.. Asla git diyemediğim misafirim gibi..

Vicdanıma dokunup nefesimi kesiyor şehrin ışıklarını usulca kapatan bencilliğiyle.. Açıklayamıyorum, ona gelişlerimi, ona kaçışlarımı. Sormasınlar diye konuşmuyorum da zaten çoğu zaman. Kendine benzetiyor her kokusunu çekmeye gidişimde beni, kapkaranlık bencil bir ben olarak dönüyorum evime. Bazen o, ben olup alıp başını gidiyor bazense en gösterişli karanlığıyla kapatıyor önündeki takanın sıcaklığını, yapayalnız bırakıyor beni. Hiçbir ışığın gözlerime renk vermesini istemiyor gibi.

Her gidişimde biraz daha soğuk, geçmişim kadar uzak ve karanlık. Ona bakan gözler sadece bana ait kaldığından beri içime soruyorum bu geminin gizemini ve hep o kahrolası cevabı arıyorum. Cevabımı alana dek gündüzleri esaret ettiğim kırlangıcın mutsuzluğuyla, geceleri ise bu güvenini yitirmiş uykusuz gözlerimle baş başa bırakıyorum onu. 

Uykularımı bile umursamayan bir bencillik, zaferini ilan etmiş yönetiyor beni. Biliyorum, ne zaman yaklaşsa bir taka kıyılarıma, bir kırlangıçmışçasına kullanıyorum onun küçük kalbini. Sadece ona, o gizemli gölgeye ulaşabilmek için. Geçmişe, yanlış sorulara, yanlış cevaplara ve aldanışlara. .

Bilmiyorum, galiba artık kendim için de istemiyorum bu cevabı. O kırlangıcın küskünlüğü üzüyor beni, ve o kırlangıcı düşüne koyup beni aşk sanan bu kalemin sahibinin varlığı da bir o kadar tabii.

Üzülüyorum, çünkü bende karanlığımdan önce çaresizliğimle tanışmıştım.. Çünkü hissedebildiği tek duygu eksiklik olan gölge, bir daha asla aşkı tadamayacak ve kendine kalkan ettiği mutsuzluğu onun vazgeçilmez alışıklığı olarak kalacaktır, biliyorum..